20170602

AL GÖTÜR BİZİ BİZDEN!


Şimdi şöyle koyu yeşil bir pick-up düşün. İki adımda tırmanarak biniyorsun içine, ayakların yerden hop kesiliyor! Direksiyonu direksiyon, debriyajı debriyaj… Koltuğuna oturduğun an çarpı dört oluyorsun. 

Daracık yollara sokma beni” diyorsun adres danıştığın Google Maps’e, “Engebeli uçsuz yollarla gel bana geleceksen!” Şehirdesin tamam da, araziye özleminden bu söylediklerin. Bol bol vites değiştiriyorsun ki aranızdaki bağ kuvvetlensin, muhabbetiniz esaslı olsun. Güneş gözlüğünü de takmışsın, dirseğini hafif dışarı taşırmış pencereyi açmışsın, püfür püfür rüzgar esiyor. Köpeğin de yanında. Kanye West’ten “Famous” çalıyor, ses sonuna kadar açık. 

Al götür beni benden, başka da birşey istemem senden!”  diyip basıyorsun gaza. Sahne ışıkları yanıyor ve perde açılıyor.

Sultanahmet’in karışmış sokaklarında kaybolmuşsun. Mahallenin gençleri kesiyor aniden önünü, atlıyorlar yola. Pencereden uzanıp “Gençler” diyorsun, ağzından çıkanlara şaşkın devam ediyorsun: “Ezmeye kıyamadım sizi, pek yakışıklısınız!”  Pick-up’layken önyargılardan iki adım uzak, özgüvene de iki adım daha yakınsın da ondan bu endam. Denklem şahane, X4! Bulmaya çalıştığın adresi soruyorsun. “Biz götürelim abla seni.” diyip atlıyorlar arkaya. "Buradan sağa, şuradan sola" diyerek bağırıyorlar arkadan, bu şekil devam ediyorsunuz yola. Dikiz aynasından da bakıyorsun arada onlara. Bol bol selfie çekip şarkı söylüyorlar. “Neler oluyor hayatta, bir de şu rüya gerçek olsa olsa…”  Çünkü pick-up’ın arkası da sürücü koltuğu kadar keyiflendiriyor insanı. “Abla bombelerden geç, zıplat bizi” diye bağırıyorlar arkadan. Rüzgar esiyor, saçlar uçuşuyor! Oturdukları yerde çarpı dört oluyorlar onlar da, görüyorsun… 

Gençler köşede inince, köpeğin hopluyor bu sefer arkaya. Burnunu hemen havaya dikiyor, ön patilerini de yaslıyor kenara, yarı dikey pozisyonda yükseliyor.  Nasıl mutlu, kulakları rüzgardan savrulurken poposu da sevinçten dalgalanmakta. O da olmuş çarpı dört, belli. Yandan geçen arabalara kafa tutuyor, havlamak onun işi. Bu yollar da ondan sorulur, o kadar! Sonra ansızın kaldırımda başı boş dolaşan sokak köpeklerine ilişiyor gözü. Tüm ihtişamıyla bağırmaya başlıyor, “Tutmayın beni” der gibi. Tutan da yok aslında… Çifte kavrulmuş özgüveniyle hop atıveriyor kendini aşağıya! Köpekler şaşkın, daha önce arabadan düşen hemcinslerine rastlamamışlar belli ki. Pick-up’ı sağa çekip acele iniyorsun aşağı…  

Ve perde iniyor, sahne ışıkları kapanıyor!

Çünkü oyun buraya kadar. Yufka, sokak köpeklerinin arasında suspus, donmuş kalmış. Az önce ki cengaverden eser yok. Gözlerinin içine bakıyor, “çağır da geleyim yanına” der gibi. “Yufka” diyorsun “oyun bitti. Ayaklarımız yere basarken, boyumuzdan büyük işlere girmenin hiç gereği yok. İyisi mi sen gel yanıma.”  

Kısa bir süreliğine de olsa, Pick-up bizi bizden aldı işte… beni, mahallenin gençlerini ve Yufka’yı. Daha ne olsun!

20170530

FLU



FLU

Bir zamanlar bir yer vardı. Sokaklarında çakır keyif dolaşırken, tanıdık birileriyle karşılaşma ihtimalin hayli yüksek olduğundan suratını asla asmamalı, cüzdanı kaptırmamak için de çantanı omzuna çapraz ASMALI olduğun bir yer.  Artık böyle dertlerin yok tabii. Çünkü öyle bir yer yok, ya da çok flu.

Neyse ki, sen yine de oradaydın. Dışarıya taşan barın kenarına yaslanmış, sevgilinle derin bir sohbet halindeydin. Her an değişen hava durumuna rağmen, artık beyaz pantolon giyme zamanının geldiğine tüm kalbiyle inanan, üzerinde Blazer ceketi, cebinde mendili ve pöti kare gömleği ile daha önce hiç tanışmadığın İhsan Abi belirdi karşınızda ansızın. Elinde her daim tuttuğu viski bardağı ile keyfi yerinde bir adamdı ve hemen sohbetinize dahil oldu. Bir ara, sokak çalgıcıları yaklaştı yanınıza: “Duydum ki Unutmuşsun, Gözlerimin Rengini” sözleriyle seni hüzüne çekmek yerine, hiç bir kişisel gelişim seminerinin veremeyeceği bir özgüven bombardımana tuttular: “Vakka vakka yeyeyeye, Tanla Abla yeyeyeee, karizmatik abla, en kraliçe abla yeyeyeee!” İşte tam o an sen, çalgıcılar sayesinde gayet karizmatiktin ve sevgilin de doğal olarak pek yakışıklıydı. Belli belirsiz bir hoşluk vardı havada yani. 

Sonra, dikenleri ayıklanmış kırmızı gül demetleriye bir çingene yaklaştı yanınıza. Az önce tanıştığınız İhsan Abi hemen duruma müdahale edip, tüm demetleri satın aldı. Sana ve çevresini saran tüm kadınlara uzattı gülleri. Çünkü güller, İhsan Abi’nin hassas noktasıydı… Anlattığına göre, Osmanlı Sarayı’nda gülcülük yapan bir aileden gelmişti kendisi. Ve artık, sokakta karşılaştığı tüm çiçekçilerin güllerini almakla yükümlüydü… Bir demet gülü sana uzatmasıyla, güllerin niye tek sayıda verildiğine dair merak ettiğin soruyu sordun hemen: “Güller” dedi İhsan Abi, “tek sayıda verilir çünkü paylaşılmamaları gerekir.” “Evet”, dedin, “pek haklısın”. Sana uzattığı 11 adet gülden oluşan demete sıkıca sarıldın, paylaşmak niyetinden fazlasıyla uzaktın zaten o an. 

İhsan Abi’nin yanında güzel kadınlar vardı. 35 sene evli kaldığı eski karısı olarak tanıttığı ve sonra kahkahalara boğulup “Şaka şaka, o şu an yanımda değil tabii” diyerek bize tanıştırdığı pek samimi arkadaşı Feza Hanım vardı mesela; Türkiye’nin ilk mağara haritacılarından bir adamın kızı… Sonra, eski sevgilisi de oradaydı; üzerinde fil desenli bir gömlek ve yüzünde eşsiz bir gülümseme taşıyan eski sevgili!  Gece, İhsan Abi’nin az ilerdeki evinde devam etti. Hepimiz geldik. Ayakkabılar çıkınca, çizgili çoraplar geldi. Kara kaplı bir defter çıkınca çizimler geldi, bakanı apansız yakalayıp yavaşça içine çeken cinsten çizimler… Çalışma masasının çekmecesi açılınca, metal bir kutunun içinden el yazısıyla yazılmış şiirler geldi. “Benim de dedem şairdi” diyesin geldi bir de, gözlerin dolar gibi oldu sanki…

Oturuyordunuz hep beraber, İhsan Abi’nin zar zor kullandığı telefonuyla çektiği iki fotoğraf geldi sonra aranıza, yeni döndüğü Küba seyahatinden arda kalan. Renkli duvarların önünde poz veren Küba’lı çocukların görüntüleri yerine flu çekilmiş bu iki fotoğrafa baktınız uzun uzun. Hikayelerini dinleyip saatlerce güldünüz, kahkahalarla… Gece bitmeye yakın, İhsan Abi çizgili çoraplarını çıkardı ve ayaklarının çok güzel olduğunda hem fikir oldunuz hepiniz. İlk tanışmanın gerektirdiği tüm soruları es geçerek vedalaştınız, flu ama bir o kadar da gerçekti gece…

Öğrendin ki,  
Gülleri paylaşmamalı.
Ve bir de, böylesi flu anların fotoğraflarını duvarına asmalı.
Bir gün eğer “enseyi karartırsan”, baktıkça hatırlamalı;
o yerlerin ve o insanların hep var olacaklarını
Belli belirsiz de olsa.


Asmalı Mescit’e ve İhsan Abi’ye sevgilerle!

20170528

MUTFAK


Diyelim ki, karşılıklı oturmuşsunuz. Mutfak masanın tam ortasında da sayfaları açık bir dergi duruyor, içinde bir yemek tarifi: Ançuez ve Kuşkonmazlı Spaghetti. Ocağın üzerinde de, tarifinden daha muhteşem olacağını düşündüğünüz bir tencere makarna fokurdamakta. Bir yandan da konuşuyorsunuz. Yaşamak istediğiniz yerlerden, kuşkonmazın artan popüleritesinden ve Amerika’da çıkmayı arzuladığınız araba yolculuğundan. Nasıl bir araba kiralardınız acaba? Thelma ve Louise’den bir Convertable, ya da şöyle eski bir Land Rover Jeep? Ama yok, tam olarak değil. 

Senin kafanda bir görsel yok, sadece hissiyatı var! Ve sonra pat.. “Ben biliyorum” diyor o. Telefonunu uzatıp “Jeep Wagoneer Wood”’un fotoğrafını gösteriyor. Araba hiç mühim değil aslında. Ama tam o an, en mühim oluyor.

En mühim, karşılıklı oturduğunuz bir masada, ne kelimelere ne de fotoğraflara dökebildiğin bir hayalini, sana göstermesi. Bazen, elinde tüm malzemeler olur ama ne yapacağını bir türlü bilemezsin ya. İşte  o an, sana tarifi veren bir kişi varsa karşında, ya da daha da güzeli, onu seninle beraber pişiren biri, onu tut. Çünkü birlikte hayal pişirmek pek güzeldir.

20170507

SENİ HATIRLADIM!


Başarısızlık nedir?
Mesela koskaca bir hayat başarısızlıkla geçer mi?
Çok fazla koşul var tabii.
Ve de cok fazla soru.
Aşk, para, endam…
Herşeyi bir kenera bırakıp boş vermiş olsan da bir şeyler vardır.
En sevdiğin şeyi yaptığını farzet.
Resim yapmayı, yazı yazmayı, dans etmeyi…
Ne zaman o noktaya varırsın?
En sevdiğin şeyi yaptığın halde bile ne zaman “başarısız olduğun” noktaya varırsın?
Eninde sonunda varırsın.
Çünkü hayat bu kadar acımasızdır.
Hayatta kalman gereken kabiliyet sana verilmemişse mesela.
Seni öyle bir fırlatmışlardır ki, hayatta kalman için gereken özellikleri, özellikle unutmuşlardır.
Havadan sudan konuşamazsın mesela.
Ya da elini kolunu nereye koyacağını bilemezsin kalabalıklarda.
Instoş’a afilli bir fotoğraf koyamazsın.
Birilerinin en kolay yapabildiği şeyi sen asla yapamazsın.
Sonra bir de üstüne üstlük, herkesin en kolay yaptığı şeyi sen yapamadığın için mahrum kalırsın, en güzel zevklerden eksik kalırsın.
Düşünsene, bir hayat var önünde.
Kısa veya uzun.
Çok da bilemiyorsun..
Ama o hayatta yapmak istediğin şeyler vardır tabii elbet.
Ve sonra büyük harflerle “BAŞARISIZLIK” gelip çatar.
İşte o zaman ya bir şeylere sarılacaksın.
Sarıldıkların gidince başka şeylere sarılacaksın.
Böyle bir süre devam edecek.
Ama eninde sonunda sarılamayacaksın.
Kolların boş kalacak.
Bir tek kendi vücudun duracak, seni terketmeyecek.
Sen de oflaya puflaya ona sarılacaksın.
O çirkin, beceriksiz şeye sarılacaksın.
Ve diyeceksin ki: “Seni hatırladım. Evet seni hatırladım”.
“Sen o başarısız varlıksın. Herşeyi eline yüzüne bulaştıransın.”
Evet, bulaştırıyor olabilirsin.
Bir sebebi vardır elbet.
Sen de bu düzenin bir parçasısın çünkü.
Birileri daha çok bağırıyor olabilir.
Birileri daha çok para kazanıyor olabilir.
Birileri daha çok gülüyordur belki.
Daha da güzel gülüyorlardır kesin.
Hep daha güzeli vardır.
Başarısızlık kardeşim,
Kardeşim dediğime bakma tabii
Mecazi.
Ama başarısızlık sanki şudur:
Herşeye  rağmen, tüm olmayanlara rağmen “ben”i alıp kalbine bastıramamak.
Halbu ki farketmezsin belki ama, hiçbir şeyi başaramazsan bile o kalp senindir. 
Ve “beni” alıp kalbine bastırmak tek yoldur, gerisi de hikayedir.
Şarkı da söyleyemezsin, dans da edemezsin, meteliksiz geberip gidersin de, o ayrı.

20150418

Ve John Maloof, Vivian Maier’i yarattı!


Öldükten sonra bize ne oluyor?
Çoğu zaman unutuluyoruz, bazen hemen bazen zamanla!
Bazılarımız ise meşhur oluyor.
Vivian gibi mesela…
Vivian Maier 1 Şubat 1926’da doğdu ve 21 Nisan 2009’da tek başına oturduğu bir bankta yere yığıldı ve öldü.
Gazetelerde ölüm ilanı yoktu.
Google’da “Vivian Maier” arama sonuçları bomboştu.
Vivian Maier “kimse”siz yok oldu.

Ekim 2009’da Vivian Maier meşhur oldu. Hayatı boyunca çektiği ve sakladığı tüm fotoğrafları internette yayınlandı ve bir anda tıklanma rekorları kırdı.
Ve John Maloof, Vivian Maier’i yarattı!

Vivian, Benjamin Button gibi hayatı tersten mi yaşadı. İlk başta yok oldu, sonra var mı oldu? Farkında olarak veya olmadan, kütüphanelerimizi ele geçiren kişisel gelişim kitaplarının anlatmaya çalışıp durduğu “varolmak için önce yok olmak gerekir” öğretisinin canlı bir örneği mi oldu!

Vivian,
Ben seni seviyorum.
Sen, boynunda her daim asılı duran Rolleiflex kameran, üzerine birkaç beden büyük elbiselerin ve yaşadığın odaların her metrekaresini doldurduğun birikmiş gazete yığınlarınla tuhaf bir kadındın. Dijitale henüz geçilmemiş bir dünyada 150.000 ‘in üzerinde fotoğraf çektin. Sokakların, çöplerin, bakışların, acıların, mağduriyetin, aşkın, çocukluğun, yaşlılığın, şaşkınlığın, hüznün, yalnızlığın, düşünceli hallerin ve kendinin! Sen çok iyi bir gözlemciydin ve çok iyi bir fotoğrafçıydın. Çektiğim fotoğrafların hepsinde yakalamak istediğim herşey seninkiler de mevcut: Kadrajın, bakış açın, ışığın… Benim kalbime çok derinden dokunuyorsun.

Vivian,
Ben seni sevmiyorum.
Sen, ailenden ve çocukluğunu geçirdiğin Fransa’dan uzak yaşayan ve evi olmayan yalnız bir kadındın. Hayatın boyunca 2-3 senelik dönemlerde farklı evlerde çocuklu ailelerin yanında dadı olarak çalıştın. Bakışların ürkütücü. Fotoğraf çekmek uğruna peşinde sürüklediğin çocukların hatıraları ekşi. Fotoğraflarının çekildiğinin farkında olmayan ve anları izinsiz çalınan insanların ifadeleri suçlayıcı. Ağzımda acı bir tat bırakıyorsun.

İşte tam da bu sebeplerden Vivian’cım, bilemiyorum.
Seni sevip sevmediğimi, var olup olmadığını, niye fotoğraf çekmek için hırsla yanıp tutuşurken, çektiklerini hiç kimseyle paylaşmadığını… Niye 150.000 negatifin arasında yalnız kalmayı tercih ettiğini bilmiyorum.

Ve bilmemek de hoşuma gidiyor. “Finding Vivian Maier” belgeselini izlemek ve sonra internetten fotoğraflarına bakmak beni mutlu ediyor. Bilmiyorum ama teşekkür ederim. Herşey de olması gerektiği gibi olmamalı zaten şu hayatta!