20130709

pardon tanışabilir miyiz, siz kimsiniz?

Haklısınız, ben kimim.

Hangi okuldayım, nece konuşuyorum, üzerimde nasıl bir üniforma var, ismim ne, sabahları hangi milli marşı söylüyorum? Teneffüse çıktığımda hangi oyunları oynuyorum? Bir erkekle elele tutuşarak günah mı işliyorum, daha ileriye gitmediğim için popülerlik listesinin alt sıralarına mı düşüyorum? Çalışıp adam mı olmam gerekiyor yoksa beni halihazırda bekleyen bir hayat mı var? Saçlarım kızıl mı olsa daha güzelim, tenim soluk mu olsa, boyum uzun mu olsa? Amerikan Futbol takımının en sert oyuncusu muyum yoksa ilk romanımı lise birdeyken yazan bir "inek" mi? Okula zorla mı yoksa aileme rağmen mi gidiyorum? Asker olduğum için erkeklikten, çarşaflara büründüğüm için kadınlıktan mı perişanım? Siyahlara bürünerek isyan mı ediyorum, boyun mu eğiyorum? Neyi seviyorum? Sayıları mı, kelimeleri mi? Basket topunu mu, kızları mı, okumayı mı, renkli kalemleri mi, Pablo Neruda'yı mı, Atatürk'ü mü? Kaç kardeşim var, kaç arkadaşım var? Öğretmenim benden köşede tek ayak üzerinde durmamı mı istiyor, alıp başımı gitmemi mi? Yasak olan ne? Konuşmak mı konuşmamak mı?

Julian Germain, İngiliz bir fotoğrafçı. Dünyanın herhangi bir yerinde bir okulda, dersi devam eden bir sınıfa giriyor, öğrencileri her zaman oturdukları pozisyonlarından kaldırmadan, öğretmenlerine baktıkları açıdan ve hiç bir değişiklik yapmadan fotoğraflıyor. Büyük ölçek kamerasıyla çektiği fotoğraflarda hiçbir detayı gözden kaçırmıyor: Defterler, kalemler, bakışlar, kıyafetler, tahtadaki yazılar...

Julian, bu projesine "The Future is Ours" diyor. Bana kalırsa, objektife bakanlar Julian'a ya da öğretmenlerine değil de soru dolu gözlerle Tanrı'ya bakıyorlar. Bu gözlerin geleceği kime ait, bilemiyorum... Kendilerine mi yoksa kaderi yazan birisine mi, emin değilim!

Mesela, ben 7 yaşımda siyah önlük giydim çünkü o dönem mavisi yoktu. Alman Lisesi'ne gittim çünkü puanım Robert'e denk gelmedi. Brown Üniversitesi'ne kabul oldum çünkü yazdığım "essay"ler ve okul aktivitelerim buna uygun bulundu... İstanbul'da doğdum, her Pazartesi İstiklal Marşı'nı söylemek için tek sırada durdum, Timberland bot ve George Hogg giyip gri pilili eteğimi belinden kıvırarak mini yaptım, Metallica'yı hiç sevmediğim halde konserini en ön sıradan seyrettim, cep telefonu olmadığı için ufak kağıtlara not yazarak elden ele geçirdim. Annem saçlarımı her sabah sımsıkı ördü. Takdir belgesini ortaokuldayken, Teşekkür'ü lisedeyken aldım, üniversitedeyken sadece uzun uzun çimlerde yattım...

Farzedelim, ben de Julian'ın objektifine baktım ve sordum: Tanrım, beni buraya sen koydun, peki benim için planın ne?

Ne garip.


























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder