20130709

kaya gibi

Hayır işte, New York'u doldurup taşan gökdelenler beton, cam ve demirden değiller. Dimdik, hareketsiz, renksiz ve soğuk hiç değiller. Bir Alman'ın gözünden New York, buruşmaya başlayan görüntüsüyle orta yaşlı ama parıl parıl, akıcı ve flu gibidir! Carsten Witte'in gözleri, kaya gibi Financial District'i işte bu hale getirmiş. Fotoğrafın, ve Berlin'e aşık olduktan sonra Almanca gördüğüm hayallerin gücü adına!







mal budur!

Oturup doğru anın gelmesini bekleyen bir adam daha: Alexey Bednij. Aklındaki fotoğrafa ulaşabilmek için sabırla saatlerce bekleyen, o ender adamlardan biri. Benim bildiğim bir de Richard var işte, "On The Beach" serisini oluşturmak için karısıyla gittiği Hawaii tatilinde saatlerce otelinin balkonunda oturup plajda güneşlenen insanların doğru komposizyonlar oluşturmasını bekleyen sevgili Richard...

Alexey, her ne kadar yoğun manüpilasyona uğratsa da, fotoğraflarını oluşturabilmek için saatlerce doğru anı bekliyor. E kolay değil Alexey'cim senin işin hiç! Hepimizin bir gölgesi var yuvarlanıp gittiğimiz şu hayatta, yin'imiz ve yang'ımızla varız biz. Ama kimseciklere de kolay kolay göstermeye niyetimiz yok, en derinlere gizlediğimiz "gölge"lerimizi. Doğru an için güneşin tepeden vurması da yetmiyor, işin kötüsü! Doğru müziğin çalması gerekiyor belki, içkinin dibine vurulması ya da korkudan ödünün kopması, ne biliyim ölümün gelip çatması kapına, kanın beynine çıkması öfkeden ya da kalbinin acıdığını hissedecek kadar üzülmen gerekiyor. Belki de öyle bir noktaya gelmen gerekiyor ki, kaybedecek hiçbir şeyinin veya hiç kimsenin kalmadığı bir noktaya. O zaman yin'leri yang'ları ne var ne yok masaya döküp "işte kardeşim mal bu, beğenirsen al, yoksa ikile..!" deyip, Alexey'ciğin de saatlerce beklemesine değecek bir an çıkartırsın ortaya belki, kimbilir.

Bu kadar da zor olmamalı. Hepimiz gölgeliyiz sonuç itibariyle, saklamak niye.





acı bulaşıcıdır, dikkat!


Nasıl oluyor da hepsi Cafe Lehmitz'de toplanmışlar? Birbirlerini nasıl bulmuşlar, nasıl çığrından çıkmış her şey? Bardakta durmayı bilemeyen içkiden mi, müzik kutusundan tekrar tekrar çalınan "hep o şarkı"dan mı, düşünmeden sarfedilen sözlerden, maziden taşınan yaralardan veya tüm bedenlerini saran yapayalnızlıklarından mı? Acaba ilk müdavimin mi canı çok yanmış ve sonra o, diğerlerinin de canlarının yanmasını istemiş. Kendi acısını biraz olsun hafifletebilmek için, yeni gelenlere mi dağıtmış ruhundan taşanlardan? Katlanıp büyümesi bu sebepten mi, Cafe Lehmitz'deki bu "acı"nın? Bu delirmişlik, bu baştan çıkmışlık, bu iç güdüsel haller niye? Kıyamet orada mı kopmuş?

Anders Petersen, muhteşem bir fotoğrafçı. 1967-1970 seneleri arasında 3 senesini geçirdiği Cafe Lehmitz'de fotoğrafladığı şey, benim de tanık olduğum "acı". Kıyamet, orada kopmuş. Ve hala kopuyor. Her zaman, her yerde, acısını bırakıp devam etmek yerine, ona sımsıkı sarılıp yıpranan ve yıpratanlar olduğu sürece kopuyor.

Acı bulaşıyor. Bu sebepten, benim tavsiyem Cafe Lehmitz'e girmemen.















hoşgeldin 2006!

Ben yine Nişantaşı Brasserie'deyim. Son on gündür bu hep böyle: Brasserie'deyim. Ben farketmeden gelişti her şey, kontrolümün dışında. Önümdeki bembeyaz örtülü masanın üzerinde Köfte 29, hemen yanında trüflü patates kızartması ve roka salatası, ne harika bir birliktelik, ne hoş! Yasim bey, az önce sorduğum hardalı da getirir getirmez masamda eksik birşey kalmıyor ve tam o anda hayatım kusursuz oluveriyor. İçerideki çizgili kırmızı koltuklarda oturduğum tam o an, hayatımda hiçbir eksiklik yok. Belki yarım saat sonra farklı olacak, bilemiyorum. Fotoğraf çekerken ışık yetersiz kalacak, telefonumun şarjı bitecek, sesim kısılacak, trafik çıkacak, uyku yeterli gelmeyecek. Bilemiyorum, daha doğrusu, ilgilenmiyorum. Köfte 29'umla ve kitabımla iyiyim ya. Sahaflardan çekip çıkardığım kitabımı açıyorum: "Kafka on The Shore"', o andaki tam'lığımın bir diğer öğesi. Ve ilk sayfasında bir yabancı, el yazısı ile yazdığı notunda bana diyor ki:

"Canım Sevgilime, Aşkım şuan Londra'da bavulumu topluyorum. Bu yazar benim en çok sevdiklerimden biri umarım sen de çok seversin, Ankara'ya sana kavuşmak için yerimde duramıyorum. Seni Çok Seviyorum." (29/12/05)

2006'ya iki gün kala, kim olduğunu bilmediğim bir yabancı, bana "sevgilim" diyor ve kavuşmak için yerinde duramadığını söylüyor. Evet 2012'deyim ve Ankara'da değilim. Olsun ya. "Benim de en çok sevdiğim yazarlardan biri, canım sevgilim" diyorum. Kim bilecek tam o an, 2005'in son günlerinde yazılan bu aşk dolu satırların benim için yazılmadığını, sevgili'nin bana seslenmediğini, o kitabı imzalayıp bana vermediğini... Hayatımın tam da bu eksiksiz anında, kontrolü bırakmış durumdayım, gerçek mi değil mi, olur mu olmaz mı, öyle mi böyle mi diye sormayı bırakıyorum, özgürüm ya o kadar!

Sonra devam ediyorum... diğer eksiksiz anlarımı yaşamaya. Brasserie'nin kırmızı koltuklarında oturup, belki bu sefer patlıcanlı pizza eşliğinde Jane Eyre'ı açıyorum, ya da Steak Tartare'ın yanında Uğultulu Tepeler'i. Mesela Cafe de Paris'nin yanında açtığım Cahit Uçuk'un "Bir Işıklı Pencere"sinin içinden 60 kuruşluk "kontrol için saklanması rica olunan" bir İ.E.T.T bileti düşüveriyor. Ama benim favorilerim çiçekler oluyor. Sevgili'den aldığım nottan sonra mutluluk gözyaşlarımı tutmakta en çok zorlandığım anlar, kitaplarımın sayfalarının arasından o kurutulmuş çiçeklerin apansız düştüğü anlar oluyor.

Tam'lık ne kadar güzel, ne kadar basit, sorgusuz sualsiz! Bembeyaz masa örtüsü, gülümseyen bir garson, güzel bir yemek, hatıralarla dolu bir kitap ve içinden çıkan bir sürpriz: "Ben de seni çok seviyorum, canım sevgilim!"

Jon Shireman'ın "Broken Flowers" serisi mi beni böyle yaptı yoksa Brasserie mi, tam bilemiyorum.









zarif olduğunuz kadar da baştan çıkartıcısınız hanımefendi!

Backstage'de huzurlu bir hava hakim. Bahar'la birbirimize bakıp "defile yarım saat sonra değil miydi?" diyerek, ortamda panik olan tek insanlar olduğumuzu hiç farketmeden dolaşmaya devam ediyoruz. Elif sessizce yanımıza yaklaşıyor ve bize sarılıyor, "her şey yolunda merak etmeyin" dercesine. Biz söyleyecektik o cümleyi, bir dakka!

Kızlar, pembe sabahlıklarıyla kuliste sakince bekliyorlar. Ortadan ayrılarak enseden toplanmış saçları ve kendini asla ele vermeyen makyajlarıyla kuğu gibi süzülebilirler de... Ama zaman geliyor ve elbiseler kılıflarından çıkıyor, kızların vücutlarında beliriyor...

Nefes kesiciler. Beyaz, siyah ve doreler içinde sahnenin hemen arkasında sıraya diziliyorlar, "zarif oldukları kadar da baştan çıkartıcı" yeni halleriyle! Siyah kuğuya dönüşüm de aynen böyle mi olmuştu?

Teşekkürler Elif Cığızoğlu, gözlerimizi kamaştırdın.