20140703

dans dersi (1)


Ben, atları çok sevdim. Ve hep dedim ki: “Özgürlük ve güç ikimizin de kanında mevcut. İlişkimizi, eşsiz ve sınırsız sevgim oluşturuyor ve ben nasıl seviyorsam, onlar da beni aynı o şekilde seviyor, bu kadar basit.”

Basit değilmiş aslında, hem de hiç değilmiş. Tek kişinin verdiği “seviyorum” kararı, bir ilişkiyi ancak başlatabiliyormuş ve ben sadece başlangıçtaymışım, ömrüm boyunca… Şimdi burdayım, gökyüzünün koskocaman ve masmavi olduğu Montana’da. İlişkilerin verilen bir sözle başladığı ve o sözü tutmak için bir ömür boyu sarfedilen emekle sürdüğü bir yerdeyim. At binmeye gelip kendini keşfeden bir grup insanın arasındayım. Kovboyların ve atların bilgeliğinden dumura uğramış, öğrendikleriyle ne yapacağını bilmeyen, şaşkın ve korkmuş biriyim.

Kafamı toparlamaya çalışıyorum, fotoğraf makinemin otomatiğe aldığım odağı gibi bir bulanıklaşıp bir netleşen haldeyim. Yağmur hiç durmadan yağıyor ve içim sıkılıyor. “Şu ana kadar yaşadıklarım iyiydi halbuki.” diyorum. “Altından kalkamayacağım bir ilişkiye adım atmanın ne gereği vardı?”


Benimle ol.

“Bana söz ver” diyor at. “Bu ilişkiye başlamadan önce bana söz ver ki, beraber geçireceğimiz her anı birbirimize adayalım.” At, bana her şeyini vermeye hazır: dikkatini, zamanını ve benliğini. “Sadece benimle ol” diyor, “bunun için bana söz ver. Beraberken yapman ve düşünmen gereken herşeyi bir kenara bırak ve sadece benimle ol. Söz mü?”

Burada kovboylar var, “wrangler”lar. Yüzlerinin yarısını saklayan şapkalarının altından bakan gözleri var, özenle bağlanmış fularlarıyla uyumlu gömlekleri, yüksek belli jean pantolonlarının üzerine geçirdikleri püsküllü deri “chaps”leri ve renkli çizmeleriyle sergiledikleri duruşları var. Az konuşan halleri, konuştuklarında ise şükran dolu sözleri var; masalarına koyulan yemeğe, geçen günün getirdiği güzelliklere ve atlarından öğrendikleri bilgeliklere… “Her sabah, bu kadar özenle giyinmelerinin bir sebebi olmalı” diye düşünüyorum. Söz verdikleri için mi? Beraber geçen her anda, en iyileri olmak için birbirlerine söz veriyorlar. Bu sadece düğün gecesi sergilenen bir dans değil, her geçen gün biraz daha güzelleşen ve gelişen bir dans… Her gün, aynı bir Samuray savaşçısı gibi kendine ve kıyafetlerine özen göstererek giyinen bir kovboyun, bir çay seramonisi edası ile tımar ettiği atıyla sergilediği eşsiz ve sonsuz bir dans, ya da Zen felsefesinin aydınlanma olarak tanımladığı “satori”…

Atını manzaraya karşı özenle seçtiği yere bağlıyor. Malzeme kutusundan çıkardığı fırça, kaşağı ve tarak onun vücudunun bir uzantısı. Kovboyun kalbi elinde, tüm farkındalığı ile atını tımar ediyor. “Evet” diyorum, gözlerim bile dolmuş olabilir “evet, ben de söz veriyorum.” Bir sürü işi aynı anda yapmaya çalışarak yüzde yüzünü vermekten kaçmaya alışık bünyem, ıslak gözlerime ve kapısı aralanan yüreğime isyan ediyor, “Nasıl yani, kafamın içinde susmak bilmeyen sesi dinlemeyecek miyim? Telefonuma sarılıp başkalarının hayatlarına göz atmayacak mıyım? Sadece ben ve at mı olucaz?” - Evet. Zen budistin bir zamanlar dediği gibi: “Eğer zihin boşsa, her zaman her şey için hazırdır, her şeye açıktır!”


Nefes al.

Bir kovboy anlatıyor: “Atlar avlanılan hayvanlar, insanlar ise avlanan hayvanlardır. Avlanılan hayvanların kendilerini koruma içgüdülerinden dolayı farkındalıkları çok yüksektir. Acele ve panik dolu davranışlar kaçmakla bağlantılı olduğu için korkuyu çağrıştırır, onlar huzurlu ve güvenli ortamlara ihtiyaç duyarlar. Avlanan hayvanların davranışları ise hız odaklıdır. Her şeyin hemen olmasını isterler çünkü daha hızlı aksiyon daha çabuk kazanılan ödül demektir. Atla kurulacak ilişki için önce yavaşlamak şarttır. Yavaşlamak için nefes almak, aksiyona geçmeden önce hayal etmek gerekir. Nefesle beraber beliren niyet yani enerji atın ana dilidir. Başka bir lisana da ihtiyaç duymaz…”


Ol, yeter.

Atlar telaştan arınmış ortamlarda öğreniyorlar ve bilgiyi yavaş yavaş hazmediyorlar. Tek motivasyonları huzur ve güven içinde sadece “var olmak”. Kendi hallerinde oldukları her an bir ödül. Fazlasına ihtiyaçları yok. “Olmak, yetiyor!” diyor kovboy ve atın beklediği liderlik özelliğiyle net ve kararlı bir şekilde ondan istediğini belirtiyor ve elde ettiği anda onu rahat bırakıyor. Başardığını anlaması ve hazmetmesi için zaman veriyor.

Öğle yemeği molasındayız, beslenme paketime koyduğum sandviçimi aceleyle yerken bir yandan da ardından gelecek muzu ve kurabiyeleri düşünüyorum. Ve ajandamı… Yazıp üzerini çizdiğim ve yerine hemen yenisini koyduğum gerekenlerimi, anlık ve yetersiz zaferlerimi! Sonuç odaklı yaşıyorum, elde edene kadar huzur bulmuyorum, edince de fazlasını istiyorum, bir kurabiye canavarı kıvamında. Karşımda bir at öylece duruyor: “Kendin olmak dışında ihtiyaç duyduğun her şeyin geçici ve doyumsuz olduğunun farkında değil misin?” diyor, sanırım.


Anda kal.

Yeni öğrendiğim bir egzersiz. Dizginimle atın boynunu sola doğru çeviriyorum. Çenesinin boynunun altına doğru kıvrılıp vücudunu içeri doğu yığılmadan ayaklarının üzerinde dengeli bir şekilde taşıdığı o doğru anı bekliyorum. Bunun için başının yukarı doğru yükselmesi ve kulaklarının eşit bir seviyeye gelmesi gerekiyor. Bekliyorum ve izliyorum. Bunu yaptığı anda dizginleri serbest bırakıp onu kendi haline bırakmam gerekiyor. Anda kalmaktan başka bir seçeneğim yok. Yapması için on saniye de bekleyebilirim, bir saat de. Bilmiyorum. Ama yaptığı an onu rahat bırakmazsam yaptığı şeyin doğru hareket olduğunu anlamayacak ve ben o doğru anı kaçırmış ve onu ödüllendirememiş olacağım.


Teslim ol.

Tam yanımda bir kovboy, atının üzerinde ve hep anda. Kovboy, atının başını öne eğerek rahatlamasını sağlıyor. At, merkezine doğru çektiği arka ayaklarının üzerinde yükselen vücudu ve öne doğru eğilmiş boynuyla Leonardo da Vinci’nin illüstrasyonlarındaki gibi asil ve çekici. “Başını öne ey ve teslim ol” diyor, “Teslim ol ve güven. Direnmeyi bırakıp evrene boyun eydiğin zaman öğrenmeye başlayacaksın!” Atını güvende ve huzurda tutan bir kovboyu seyretmek, sanki ibadet etmek gibi… İlahi bir gücün varlığını görmek ve rahatlamak gibi.

devamı "dans dersi (2)'de.

20140702

dans dersi (2)


Ufak adımlar at.

“Hayat” diyorum, “bazen beni ürkütüyor.” Toprak yolda ilerliyoruz. Amacımız, kulaklarında kırmızı etiket olan ve ormanın uçsuz bucaksız köşelerine dağılmış yaklaşık 20 buzağıyı toparlayıp, genel kontröllerini yapmak ve tartmak için çiftliğe götürmek. “Yapmak istediğim şeylerin boyutu ve imkansızlığı gözüme o kadar büyük gözüküyor ki, başlamadan vazgeçiyorum. Büyük resimden korkuyorum ve nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Hayat da aynen öyle… Bazen yaşamak o kadar gözümü korkutuyor ki her şeyi bırakmak istiyorum.” Kovboy da dinliyor beni atlar da, ama hangisi cevap veriyor tam emin olamıyorum: “Korkunu yenmenin ve başarıya ulaşmanın tek bir yolu var: Ufak adımlar at” diyor. “Varmak istediğin yere olan mesafeyi düşünmeden sadece adımlarına konsantre ol ve adım adım ilerle.” Koskoca ormanda binbir köşeye dağılmış mavi, beyaz, yeşil, sarı ve kırmızı etiketli 200 tane buzağıdan sadece kırmızı olanlarını ayıklayıp geldiğimiz 10 millik yolu, at üzerinde ve 20 kırmızı buzağı ile geri gitmemiz gerekiyor. 6 saat sonra çiftliğe varıyoruz, önümüzde kırmızı etiketlilerle. Müthiş bir hissiyat hepimizde, ya da belki de sadece bende. Zoru bu kadar kolay başarabilmek hissine alışıklar sanırım. Zor bir durum da yok zaten, her şey mümkün. Sadece adımların sayısı azalıp artabiliyor o kadar, o da sorun değil.


Zamansız ol.

Tüm zamanlar onların nasıl olsa. Bu koskocaman gökyüzünün altında zaman anlamını yitirmiş. “En iyi at eğitmenlerini diğerlerinden ayıran tek bir özellik vardır, o da sabır” diye yazıyor, akşamları yorgunluktan kapanan gözlerime zar zor hakim olup ancak tek bir sayfasını okuyabildiğim kitapta. “Eğer bana 100 yıl verilseydi bu sorunla nasıl başa çıkardım?” diye sor diyor, “karşına çıkan her sorunla.” Buradakiler okumamışlar bu kitabı, ama bu kitap okumuş sanırım onları çünkü bahsettiği en iyi eğitmenler onlar olsa gerek. Eminim ki atlar onlara her daim hatırlatıyor: “Ya bütün zamanımızı buna vereceğiz ya da şu saniye duracağız. Ne kadar acele edersen, o kadar çok zaman kaybedersin. Buna son vermenin tek bir yolu da yavaşlamak ve zamansız olmaktır.”


Benim ayaklarım artık senin.

Zamansız bir dünyanın o koskocaman göğünün hemen altında uzanan yemyeşil yeşilliklerde bir at ve üzerinde dört ayaklı bir “wrangler” var. Atın ayakları onun. Bu dansa başlamadan önce verilen bir karar, ve bu kararla varılan bir teslimiyet var: “Benim ayaklarım artık senin.” diyor at. Bu ilişkiyi zorla kullanılan güç yürütmüyor. Zaten öyle bir durumda, at kıyaslanamayacak bir farkla üstün gelirdi. Tam ortada, karşılıklı duyulan güven ve koşulsuz teslimiyetle tek olmuş iki vücut var. Ortak dilleri alışılagelmişin dışında bir şey: Fiziksel kuvvet değil, zihinsel güç de…


Hisset

Kovboyun eyerinin arkasında isminin baş harfleri yazmıyor. Onu, kendi isminden daha çok ilgilendiren başka bir gerçek var, eyerinin üzerine oturduğu her an var olan tek bir gerçek: “hisset”. Atıyla kurduğu ilişkinin ortak dili bu, hissiyat. Kendisinden yüz kat kuvvetli bir canlıya hissiyatıyla liderlik yapıyor. Atının güvenini, hisleri sayesinde kendine duyduğu güvenle kazanıyor. Liderler, çevresindekileri güçleriyle değil hisleriyle yönetirler çünkü değişmeyen tek gerçek budur. Akıl bize oyun oynar, fiziksel güç ise görecelidir. Hisler ise, dinlemeyi ve güvenmeyi başardığımız sürece bizim bu hayattaki pusulamızdır… Atını hissiyatıyla yöneten bir kovboy diyorsa bunları, büyüyünce onun gibi olmak dışında başka bir şey dileyemiyorum o an tanrıdan. “Umarım daha büyümemişimdir…”


Ben senin yansımanım.

“Evet, benim yansımamsın.” diye cevap veriyorum, aralarında dolaşırken ansızın peşime takılan ata. Yaptıkların, benim yaptıklarımın bir yansıması. Gitmen için karnında aniden hissettiğin sert ve sabırsız bacak vuruşlarıma karşı sert ve asabisin. Yavaşlaman için duyarsızca asıldığım dizginlere karşı duyarsızsın. Bana kızgınsın, senden tutarsızca talep ettiğim isteklerim için. Kızgınlığım, hırsım, sabırsızlığım, duyarsızlığım, hepsi benim… Elimi alnına sevgiyle uzattığım zaman, alnını bana sevgiyle uzatıyorsun. Ben huzur dolu nefes alıyorum, sen huzur dolu nefes veriyorsun. Dans etmeyi yeni öğrenirken sen bana, zamansızlığının verdiği genişlikle hareket ederken ben sana sabrediyorum. Sevgim, huzurum, sabrım ve duyarlılığım, hepsi benim.

Atların arasında yürüyorum. Birisi peşime takılıyor. Ağaçların arasında daireler çiziyorum, arkamda. Koşmaya başlıyorum, arkamda. Duruyorum, arkamda. Bir anda ağlamaya başlıyorum, hüngür şakır. İçimden taşan sevgiye hasretim. “Ben seninle dans ederken” diyorum “çok iyiyim.”

Teşekkürler.

20140608

tüm zamanlar benim.

Tam şuan Minneapolis Saint Paul Havaalanı’nda geçirdiğim 12. saatimdeyim. NY’dan buraya geldiğimde akşam 9 sularıydı. Sırtımdaki, fotoğraf makineleri ve bilgisayarla dolu çok ağır çantamın altında henüz ezilmemiştim ve ortalama bir keyifle bavulumu sürerek ilerliyordum. Ümitsizce çalınmayı bekleyen terkedilmiş bir piyanonun çevresine yerleştirilmiş iki mükemmel koltuğa, bu havaalanındaki şaşırtıcı varlıklarını biran bile sorgulamadan hemen yerleştim. Biriken fotoğraf ve video editleme işleri 3 saat, geveze beynime direnen uyku girişimlerim bir 3 saat daha… Geçmiyor. Halbuki daha geçmesi gereken çok saat var, allahım. Havaalanından adımımı dışarı atmadığım ve niye burada olduğuma anlam vermekte bazen güçlük çektiğim bu Minneapolis’de bir ömür geçiriyorum, beni Montana’daki at çiftliğine taşıyacak Kalispell uçağıma binmek için geçen koskoca bir ömür!

Uyuyorum, kahve içiyorum, instagram’a fotoğraf koyuyorum, pencereden uçakları seyrediyorum, tuvalete gidiyorum, kitap okuyorum, wazup’laşıyorum. Birşey kalmayınca ve uyku tutmayınca da duruyorum, öyle boşboş, manasızca. Annemin karnında geçirmeyi reddettiğim son bir ay için hayat beni hep sınıyor, biliyorum, durmayı reddettikçe sınıyor. Çünkü ancak durduğum zaman hayat başlıyor. Ben Kallispell Havaalanı'na ulaşmadan önce 15 saat geçecek. At binmek için gideceğim çiftliğe varmadan önce iki saat daha. Dünyadaki bütün zaman bana aitmiş gibi, saatler geçecek, ve ben her geçen saat biraz daha rahatlayacağım ve niye koşturup durduğumu hatırlamakta giderek zorlanacağım. Koşturduğum neydi, yetişmesi gereken, aciliyeti olan, düşünüp durduğum neydi neydi?

Ve yavaşladığımda, tüm zamanlar benim olacak.


20140502

“yavrum, ben seni her halinle seviyorum.”


Şunu bilesin ki, plaj çantandaki kişisel gelişim kitaplarının veya moda dünyasının senden talep ettiği bütün varlıklarının mevcudiyeti, havlunun üzerinde içinin geçip de derin bir uykuya daldığın ve muhtemelen ağzının kenarından akan salyanın da dahil olduğu andaki hal ve durumuna en ufak bir etkisi olmayacaktır.
Bu sebepledir ki,  vazgeçilmez “back to basics” tarzının temeli aslında derin bir uyku halidir. İşte tam da o derin uyku halinde, neysen O’sundur ve kuşbakışı fotoğrafın seni sevenin hafızasına, instagramda alacağından kat ve kat fazla “like”la kazınıp, bir de usulca arkandan yaklaşarak seni sarıp sarmalayan kollara şahit oluyorsa eğer, bilesin ki sen zaten tatildesindir.
Çünkü tatil budur… Miami’de de olur, bodrum katında da, lokasyondan ve plaj çantanın içeriğinden bağımsız bir durumdur. Bunu sen de bal gibi biliyorsundur da, unutmuşsundur işte.
Belki de “yavrum, ben seni her halinle seviyorum” tarzı veya benzeri bir cümleye ihtiyacın vardır, o kadar…

Litvanya’lı fotoğrafçı Tadao Cern unutmamış allahtan. “Comfort Zone” ismini verdiği serisinde demiş ki, “keşke”… “keşke, plajlarda içi geçenlerin hallerinin ötesinde de benzer kurallar geçerli olsa, insanlar başkalarının kendileri hakkında ne düşünecekleri konusuna daha az kafa yorsalar. Fiziksel veya psikolojik noksanlıklarını saklamaya çalışmadan, tasaları bu olmadan.”

Sonuçta Ajda Pekkan’ın bile inanması zor olsa da şu sözleri mevcut: “Seviyorum seni inan her halinle, yüzündeki çizgilerinle, saçındaki beyazlarla benim için eskisinden daha güzelsin.”

Bu yaz güzel olacak, iyi tatiller.





vedat






20140327

beyaz dostum

Bu yazıyı yazmaya üzgünken başlıyorum. Ülkeme, çevremdekilere ve kendime üzüldüğüm bir andayım. İçimde, dışarı taşmasına ramak kalmış göz yaşları var. Niye olduğuna anlam veremediğim olaylar oluyor, bazen kendi dünyamda bazen de hepimizinkinde.

Anlam veremediğim anlarda kan beynime çıkıyor. Hala büyüyemediğimin bir belirtisi olsa gerek. Yere yatıp tepinmek, mızıkçılık yapmak, bağırıp çağırmak, “neden ama neden” diye haykırmak istiyorum. Böyle sakin duruyor olmam sadece bir yanılsama.

Sonra, birisi gelip ıslak burnunu klavyeyi tuşlayan parmaklarımın üzerine yerleştiriyor. “Herşeyi anlayamazsın” der gibi. Gözlerini gözlerime dikiyor, koşulsuz.

4 yaşındaki Harper ve 7 yaşındaki Lola gibiyiz o an biz. Harper’ın annesi Rebecca Leimbach tarafından çekilen fotoğraflar gibiyiz. Kendi cehennemlerini yaymaya çalışanlar gibi değil, dostlarına sımsıkı sarılıp sevgiyi koşulsuz dağıtanlardanız. Birbirimize göz kulak oluyoruz, çünkü biz unutmadık “bir” olduğumuzu.

Bu yazıyı ümitliyken sonlandırıyorum. Birileri sevgiyi koşulsuz yaşamaya kararlıysa unutanların da hatırlaması yakındır.

P.S.: Fotoğraflar, beyaz dostlarım Yufka & Monti’ye ve diğer tüm dostlarıma gelsin.