20130225

hayaller sadece rüyalarda buluşmazlar!

 
Robert CAMPBELL... Onunkisi basit bir soyadı benzerliği! Warhol'un çorba konserveleriyle ya da Naomi'nin uzayıp giden simsiyah bacaklarıyla hiç bir alakası yok, yakından uzaktan! Onu ilgilendiren başka sular...

Renkli sular, tuzlu sular, organizmaların bol olduğu, üzerlerine Mark Rothko'nun tablolarının yansıdığı, derin ve karmaşık sular! Milyon dolarlık siyahi bacakların ve pop art çorba konservelerinin ötesinde derin, karmaşık, esaslı mevzular...

Çünkü mevzu bahis olan, Robert'in hayalleri! Hayatı boyunca hep yapmak istediği şey: Uçmak. 1964 yılında ilk uçuş dersini almaya başlıyor. Üç yıl sonra ufak bir kargo şirketi için gece uçuşları yaparak pilotluk kariyerine başlıyor. Bu sırada da San Francisco State College'da fotoğrafçılık derslerine katılıyor, pilotluktan sonraki ikinci büyük hayali! Fotoğrafçı Ansel Adams'la geçirdiği bir yaz kursu sırasında, ünlü hava fotoğrafçısı William Garnett ile tanışıyor ve en büyük iki hayali uçmayı ve fotoğrafı birleştirerek paha biçemeyeceği kariyerinin ilk adımlarını atıyor. 1968 senesinden itibaren Robert, hep arzuladığı 'hayal'i oluyor: Robert CAMPBELL - Hava Fotoğrafçısı. Google'a sorduğunda hemen çıkmayan ama mutlu bir CAMPBELL!

Robert'in San Francisco'daki derin ve karmaşık suları "Cargill Salt Ponds"un üzerinden ben de uçarak geçmek istiyorum. Uçamasam da, bu muhteşem fotoğraflardan bir tane kapıp yatağımın karşısındaki duvara asmak istiyorum. Hayallerin sadece "rüyalarda buluştuğu" yanılgısına düşmemek adına bir önlem niyetine!





Instagram

20130215

ya evde yoksam?

Ben, 'bir türlü evde yakalayamadığım' kişiyim. Halbuki benim tek dileğim, evde olmak. Kendimi evimde bulmak istiyorum: Kapıyı açmak ve içeride olmak!

Çok özlediğim bir dostumu evde bulmak için yapabileceğim şeyler belli. Telefonla aramak, açmıyorsa kapıcıyı aramak, olmuyorsa arabayı kuytu bir köşeye park edip eve giriş çıkış saatlerini takip etmek, sınırları zorlayıp uyku saatlerinde evi basmak veya havalı bir ev hediyesi alıp tekrar denemek gibi. Bir yolu muhakkak var, çünkü evin nerede olduğu belli ve o yakın arkadaşım Obama değil.

Peki ben Obama mıyım? Değilim.

Ama evin adresi belirsiz işte, ve tüm sorun da sanırım burada. Bu sebepledir ki iz sürmekten başka çarem kalmıyor. Mesela diyorum ki kendi kendime: "Arasıra da olsa, evde olduğum zamanlara dair beliren ipuçları var, tutun onlara sakın bırakma!": Bir atın boynuna sarıldığımda evimdeyim. Havanın is koktuğu zamanlarda, türk kahvesi içtiğim her anda, Alkent'in güvenliğinden geçtikten hemen sonra, trafiğin sinirimi asla bozmasına izin vermeyen vespa'mın tepesinde, Jane Eyre'in sayfalarının içinde, köpeğimin hamur kokan kulaklarını kokladığımda, demlenmiş çay eşliğinde başlamış her sohbette, nasıl göründüğümü iplemediğim ortamlarda, Bodrum'da geçirdiğim o yılbaşında, battaniyemin altında saklanıp yazı yazdığımda evimdeyim...

"Ve evinin adresine doğru giden bu ipuçlarını birleştir, işin geri kalanını Google Maps'e bırak." diyorum.

Fakat, ipuçları belli belirsizler, karışıklar, ender karşıma çıkıyorlar. Bazen ümidimi kaybetmiyor değilim. Ya evde yoksam.












kontrolü kaybetmek 101


Diana Mini... tepesinde kendisinden de büyük ve komik bir flaşı olan, 35mm filmle harikalar yaratan minicik bir analog kamera. Tek bir kadraja, iki fotoğraf sığdırma özelliği var bu Mini'nin. Çekiyorsun, filmi yarım sarıyorsun, sonra tekrar basıyorsun deklanşöre. İlk başlardaki kombinasyonlar planlı programlı ilerliyor. Her şey kontol altındayken, bir anda, dikkat dağılıyor, Mini'yi kenara bırakıp sohbete dalıyorsun, su içesin geliyor, karnın acıkıyor yemek yiyesin geliyor, program değişiyor fotoğraf çekesin gelmiyor. Tekrar Mini'yi eline aldığında üzerinden günler geçmiş oluyor, nerede kaldığını unutuyorsun. Hangi kareyi hangisiyle aynı kadraja sokmayı planlamıştın, en son ne çekmiştin, nerede kalmıştın bilmiyorsun. Planlar karışıyor.

İşte o an koyveriyorsun. Hatırlamayınca, planı programı bir kenara bırakıp rastgele çekiyorsun. Gönül rahatlığıyla, kafayı yormadan... Hangi kare hangisiyle denk gelir düşünmeden. "Mini" diyorsun, "minicik yemyeşil birşeysin sen ama boyuna posuna aldırmadan, insanı allak bullak etmeyi de başarıyorsun. Aferin!"

Sonra, şaşırıyorsun kısa bir an. "Niye zor ki" diyorsun, "niye zor, kontrolü bırakıp yaşamak, hayata birkere geldiğini unutmadan planı programı kenara bırakıp hangi kare hangisiyle aynı kadraja düşmeli diye tasalanmadan koyverip yaşamak!"








sevdikçe sevesim geliyor


"Kumlarda dörtnala koşan bir atın, rüzgarda dalgalanan yeleleri kadar güzel bir şey var mıdır?"

5 yaşında bu soruyu anneme sordum. İnanarak, hissederek, ve ilk defa bir şeyi bu kadar çok sevmenin nasıl bir his olduğunu bilerek. Tam olarak o andaydım, ve rüzgarda koşan bir at dışında başka hiçbir şeyi daha fazla sevmiyordum, tam o an. Bu sahneyi nasıl akıl ettim, nerede gördüm, niye "en güzel" şeyin bu olduğuna karar verdim, bilemiyorum. Annemlerin anlattıkları dışında, çocukluğuma dair çok fazla net anım yok, en son okuduğum kitapta neler olduğuna dair fazla bir şey hatırlamadığım düşünülürse, buna fazla şaşırmamam normal. Geçmişlerini daha dünmüş gibi hatırlayan insanları fazlasıyla kıskanırım, ama onlardan biri değilim işte, biliyorum.

Ama bu soruyu hatırlıyorum işte, hem de çok net hatırlıyorum. Bir de annemin t-shirt'ünün üzerine yazılı olan ilk kıtayı, Dante'nin İlahi Komedya'sından...

"Nel mezzo del cammin di nostra vita
mi ritrovai per una selva oscura,
ché la diritta via era smarrita."

"Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti."

Daha sonraları, annemin farklı farklı italyan arkadaşlarıyla her buluştuğumuzda, olmayan İtalyancam, küçük yaşım ve kıvır kıvır saçlarımla İlahi Komedya'dan İtalyanca bir kıtayı ezbere okuyabiliyor olmam, önce büyük bir hayranlıkla sonra da kahkaha tufanlarıyla karşılanmıştı. Bunu da çok net hatırlıyorum!

Kumlarda koşan bir atla başladı sevgim, nerede nasıl gördüğümü bilmediğim bir atla. Ve sonrasında da hep devam etti, aralıksız ve azalmadan. Yani annemi sevmediğim oldu, babamı da, zaman zaman çok aşık olduklarımı da, iştahsızken önüme koyulan bir tabak tavuklu pilavı da sevmedim. Dante'nin de dediği gibi, 'kendimi, yaşam yolumun ortasında karanlık bir ormanda bulduğum' zamanlar, sevdiklerimi sevmediğim oldu. Sevesim gelmedi. İştahım kaçtı.

Ama atları hep sevdim işte, rüzgarda yeleleri uçuşan attan hiçbir beklentim olmadan, karşılıksız, Nietzsche'nin de inadına altruistik bir sevgiyle sevdim...

Ve söylemek istediğim de şu:

Evet, atları seviyorum ve hayatta tek bir şeyi bu kadar çok seviyor olmam bir iki önemli şeyi de beraberinde getiriyor...

1."Karanlık bir ormanda" sevecek kimseyi bulamadığım zamanlarda, sevebilme potansiyelimi sorgulamaya başlıyorum ve hemen sonra aklıma geliyor; atları hala çok sevdiğim. "Hala seviyorsam" diyorum, "sevebilme potansiyelim de yerindedir, sadece sevgimi verebileceklerimi karanlıkta seçmekte zorluk çekiyorum, aydınlık yakındır, korkma!"

2. Bir de tıpkı Ayla Algan gibi "Sevdikçe Sevesim Geliyor". Önce atları seviyorum, uçuşan yelelerini, kokularını, bakışlarını, kıvrımlarını, sonra at binmeyi, engel atlamayı, bembeyaz kıyafetler içinde yarışlara katılmayı sevmeye başlıyorum... Sonra her geçen gün biraz daha birbirimize yakınlaştığımız İberia'mı seviyorum. Ve de, bir sene önce hayatıma giren ve uzun zamandır hiç bu kadar kendimi mutlu hissetmediğim bir yeri ve o yere ait olan insanları... Bir de bu yazımı yazmak için bilgisayarımı alıp oturduğum, rüzgarın çok serin ve sakin estiği o ağacın altını!

Rüzgarda yeleleri dalgalanan o ata ve Alkuzu'ya teşekkür etmenin bir yolunu bulsam keşke...